29 Ekim 2011 Cumartesi

su gibi olmak lazim

Su an New York'tayim. Bu tek basina yeterince heyecan verici degilmis gibi, kar yagiyor. New York'un ilk kari, benim ise ikinci; Yosemite'de gormustum bu sezonun ilk karini.

Planladigim gibi olmuyor her zaman hersey; bugun sabahtan aksama Manhattan'da ayak basmadigim yer kalmaz diyordum. Kar da aksam donuse gecince yagacakti, yolu yarilamisken, sadece yol manzarasi olarak kalacakti. Planim buydu.

Ama... Kar bekledigimden 12 saat daha erken yagmaya basladi. Central Park'ta yuruyus simdilik yalan. Yuzum asik azicik.

"Ama"nin ardindan gelenler hep istenmeyenler midir? Gecikmeli de olsa karla birlikte yurumek, kuru kuru yurumekten daha zevkli degil midir halbuki?

Galiba biz planladigimizi oyle cok istiyor, onun icin oyle cok heyecanlaniyoruz ki, planladiklarimizin disinda kalanlari goremez oluyoruz. Belki planlarken cok emek verdigmizden, zaman ayirdigimizdan, zamanimiz da emegimiz de pek kiymetli oldugundan, planladiklarimizdan vazgecmek bu emegi cope atmak gibi geliyor, belki bundan...

"Ama"lardan cekinmemenin yolu, plan yapmamaktan mi gecer peki? Hayal etmezsen, hayal kirikligi da olmaz mi yani? O zaman hayat ne sunarsa, mutlu mu olursun sanki?

(Burada durdum. Kalktim, dolandim. Tavana baktim. Basimi kasidim... Ne var? dusunmeme yardim ediyor.. Sonra dondum tekrar yazdim)

Galiba, su gibi olmak lazim. Su, hic "ama" demiyor. Kalakalmiyor. Soguksa donuyor, sicaksa buluta karisiyor. Surahiye de giriyor, ayakkabilarimin icine de. Ama ben bir kup buz idim, erimem diye tutturmuyor. Planlamadigindan degil, planlari sabit olmadigindan, esnekliginden.

Su gibi olmak lazim.. Simdi kar olup New York'un uzerine yagmak lazim...

24 Ekim 2011 Pazartesi

California'dan Virginia'ya - 1

Niyetim hergun yazmakti gezdigimiz yerleri, gorduklerimizi, gulduklerimizi, yediklerimizi. Ama oyle guzeldi ki her an, yazmak icin bile olsa, gozlerimi bir an yoldan ayiramadim.

Pazar sabahi vardik San Francisco'ya. Piril piril gunesli bir hava karsiladi bizi. Carsamba aksami cikmayi planladigimiz "bir uctan bir uca arabayla Amerika" gezimiz icin kiralik araba arastirmamizi da ucaktan iner inmez havaalaninda baslattik, bu sebeple otelimize girisimiz neredeyse ogleni buldu. Hep yaptigimiz gibi acil durum haritasi cikarttiktan sonra (yani sabah kahvaltisi nerede, havuz ne tarafta ve kaca kadar acik, kola ve su alabilecegimiz "vending machine" yakin mi ve bozuk paramiz var mi, vs.) hemen kendimizi disari attik. Virginia'nin buz gibi havasi oyle etki altina almis ki, daha besinci dakikada San Francisco havasina gore fazla giyindigimi farkettim. Ama hic onemi yoktu. Hizli adimlarla 1-2 mil uzaklikta oldugu vaadedilen metro istasyonuna dogru yuruyorduk. Metro ile sehir merkesine indik, Financial District'i gezdik, Ozbek bir bufeden doner ve falafel yedik. Yuruyerek Cin ve Italyan mahallelerini gezdik, Coit Tower'a ciktik, sonra Russian Hill'e ciktik diyecegim ama dogrusu benimki daha cok tirmanisti, neredeyse emekleme pozisyonunda, bu nasil yokus yarabbim! San Francisco'nun ne kadar inisli cikisli oldugunu nefes nefese kalarak farkettik her yokus cikisinda, ve ne denli Istanbul'u hatirlattigini soyledik her manzarada. Burada Alcatraz varsa, orada da Imrali var diyerek, Maritime denen koya inip ayaklarimizi suya, buz gibi oldugunu eklemeliyim, soktuk. Oradan otobusle Golden Gate koprusune gidip, gitmekle de kalmayip, kopruyu yurumeye de kalkistik, her adimda bir fotograf cektigimiz icin hizimiz da kaplumbagalara esti. Koprunun karsi ayaginin yayalara kapatildigini duydugumuz anda ben vizildayip mizildayarak o noktadan geri donmek icin Mekin'i ikna ettim, zira yorgunlugumu o anda hissediyorsam aksam halim niceydi. Fisherman's Wharf'ta, gozumuze kestirdigimiz bir balikcida fish n chips yiyip, otobus, metro, taksi araciligiyla otele donduk. Ertesi gun icin gomlek utulemem lazimdi, ama umurumda bile olmadi, giyecek donum bile olmasa bana o anda is yaptiracak guc, bende de is yapacak hal yoktu. Basimizi yastiga koydugumuz gibi uyuduk. Ruyamda bile Golden Gate'i gordum.


Sonraki uc gun calisarak ve aksamlari yine San Francisco'yu kesfe devam etmekle gecti. Her aksam otele, bu sehirde is bulmaliyim, burada yasamali diyerek dondum...

Carsamba aksami, yerimde duramiyordum, is guc bitmisti. Bu aksam bir uctan bir uca arabayla Amerika gezisi basliyordu. Ne kadar heyecanli oldugumu soylemis miydim?

Cok uzun zamandir gormedigim bir aile dostumuzun misafiri olmaya karar verdik o aksam, son bir kez daha balik ziyafetinin ardindan, arabayla, ne hasret kalmisiz meger, sehrin tabanvayla ulasamadigimiz koselerini gezdik. Bir ara Bebek'e indik sandim, tipatip aynisi, bogaziyla, manzarasi, evleri, yatlariyla.. Meger burasi Sausalito'ymus. Ve gece, dost elinde ve evinde, kahkahalar icinde, Berkeley'den muhtesem bir SF manzarasina karsi uyuduk. San Francisco'yla artik iyice laubali olmus, ona kisaca SF demekte, kendimize yeni bir yakinlik bulmustuk. Sabahleyin erkenden uyanip, sakir sakir yagan yagmura sasip ve hatta kizarken, kiraladigimiz arabamizi almak icin yine sehre indik. Allah'im araba ne harika birseydi, ve onsuz ayaciklarim ne cok yorulmus ve usumustu, ve ne cok planlama gerektiriyordu arabasizlik, meger her saat otobus olmuyormus, olmayinca insan caresiz cook yuruyormus.

Arabamiz kucucuktu, tertemizdi, beyaz renkte, mis gibi yepisyeni araba kokuyordu. Aninda bayildik, hemen fotografladik o ani.


SF'yu arabayla gezmeye devam ettik. Yaa her yeri mi guzel olur bir sehrin, ama her yeri guzeldi, neredeyse Istanbul kadar guzeldi. Pasifik kiyisini gordukten sonra yine benim, yola koyulmuyor muyuz, col gezmeyecek miyiz, daga cikmayacak miyiz seklinde tureyen sorularim karsisinda ogleden sonra 2 gibi Yosemite'ye dogru yola koyulduk, galiba sonra uyumusum.

Yosemite'ye gun batimina bir iki saat kala girdik. Bambaska bir dunya idi burasi. Daglari dik ve yuksekti. Etraftaki agaclar daglarla yarisacak uzunluk ve heybetteydi. Tirmandikca sis alcaliyordu, esrarengiz bir havasi vardi buranin. Ve kar! Yilin ilk karini 6 Ekim'de Yosemite'de gorduk. Selalerin ihtisami ile buyulendik. Havanin buz gibi olmasi bile bizi durduramadi, daha yakindan gormek, renklerin kokusunu solumak icin (yesil agac, beyaz kar, gri sis, mor dag) arabadan indik tam Bride's Veil (Gelin Duvagi) adini verdikleri dunyanin en yuksek selalesinin onunde.


Yorulmustum, daha cok gorduklerimin guzelligini sindirmeye calismaktan. Hava da kararinca gece ne yapacagimizi kararlastirmaya calisirken, gecitlerin kar dolayisiyla kapandigi haberini aldik ve rahatladik, en azindan ben, cunku aceleye gerek yoktu, bu gece buradaydik, ve Yosemite'nin tadini cikaracaktik. Hem bir iki otel ve yiyecek yer de vardi dagda, once karnimizi doyurduk, hala hatirliyorum somon burger yemistim, sanirim ustuste yedigim dorduncu balikti bu, arada yedigim "in and out" burgeri saymazsak tabii. Kocaman bir dag evi gibiydi restaurant, zaten cok sayida dagci gormustuk, kimisi havasi icin buradaydi, kimisi manzarasi, icin kimisi de spor icin, yani cidden spor icin. Hepsinin uzerinde kat kat anoraklar, bereler ve eldivenler vardi. Ama kis daha gelmesindi yaaaaa.. Nerde kalsak nasil yapsak derken, arabanin ne kadar rahat oldugunu farketmemizle, bagajda bir battaniyemizin oldugunu hatirlamamizin ayni anlara denk gelmesiyle arabada misil misil uyumaya basladik. Bu huzur dolu uyku, sanirim gece 2'ye kadar surdu. Mekin uykusunu almis, ya da kimbilir belki de benim samimiyetle ayi gormek isteyisimden, burada ayi var midir, bence kesin burada ayi vardir, aa su ayi mi, gibi sorularimin etkisiyle uyanmis, ve sonunda beni de uyandirmisti. Eee yola koyulduk, ben bir saat icinde tekrar sizmisim :) uyandigimda gunes dogmak, Mekin de uyumak uzereydi. Hemen yer degistirdik, o uyudu ben direksiyon basinda gunesi beklemeye basladim.

Yosemite'nin altindan dolanip Death Valley'e (Olum Vadisi yani, etkileyici isim degil mi, ben cocuklugumda duydugumdan, ya da belki Red Kit'te okudugumdan beri gormek istemisimdir) gidecektik. California'nin daglik, ucurumlu ve essiz manzarali yollarindan geciyor, Isabella golunun yaninda yol aliyorduk. Oyle kivrimliydi ki yol, 15 mille viraj aliyor, 30 milin uzerine cikamiyordum. Ve her viraji, Allah'im bu ne guzellik diyerek aliyordum, her kivrim yolun aciliminda yeni bir guzellik sakliydi. Gunes dogmustu, ve isiklari her yerden yansiyordu. Camlar bugulanmisti, disarisi soguk, arabanin icindeyse kalorifer haril haril calisiyordu. Manzara inanilmazdi, surekli olarak inanilmazdi hem de, oyle bir kerelik bi vaaay degildi de, surekli vay vay vay vay dedirtiyordu. Dayanamayip bir iki kere kenara cektim ve disari ciktim. Yolun sol tarafi ucurumdu, ucurumun hemen yaninda dere cagliyordu. Ayagimi sokabilir miyim diye tartiyordum, ama ne ucurumdan inmeyi, ne de o coskun dereye girmeyi gozum kesmiyordu, ustelik disarisi soguktu yav! En sonunda Isabella golune karsi fotograf almaya calisirken, Mekin uyandi.


Yolluklarimizdan atistirarak ilerliyorduk Death Valley'e dogru. Hava hissedilir derecede isinmisti. Bitki ortusu de degismisti. Benzin daha vardi. Death Valley oklarini takip ediyorduk. Hava daha da isinmaya, etraf daha da issizlasmaya basladi. Artik pek fazla trafik levhasina da rastlamiyorduk. Ama oyle guzeldi ki yol, iste diyordum ben bu manzara icin istiyordum bu geziyi, iste buydu gormek istedigim. Filmlerde gordugumu, kitaplarda okuyup hayal ettigimi, kendi gozumle goruyordum. Ucsuz bucaksiz duzdu. Goz alabildigine uzuyordu yol. Tek bir araba bile yoktu. Ya da bir insan, ne de izi insanligin. Benzin azalmaya baslamisti, telefon da cekmiyordu. Eger ileride bir kasabaya rastlamazsak, burasi gercekten de Death Valley olabilirdi, gulduk.



Bu sessizlik, issizlik, duzluk ve sicak icinde epey gittikten sonra, sonunda benzini oldugundan tam iki katina satan bir benzin istasyonuna vardik. Ve tabii ki pasa pasa parasini verip aldik. Ileride bizi Amerika'nin en alcak noktasinin bekledigini ogrendik, ve Artist's Palette (Sanatcinin Paleti) denen bir doga harikasinin. Yaa insan bu benzincide calissa ne yapar tum gun diye dusunurken tekrar yola devam ettik. Artist's Palette, koca bir dagin, gercekten bir ressamin paletine benzedigi yerdi; yesil, mor, sari, kirmizi renklerde bir doga harikasi. Benim ille de tutturdugum, colun kum tepelerinde (sand dunes) durup col havasini aldik, ciplak ayakla kumlarda yuruduk, ve son kalan nar sodamizi paylastik. Aaa bu arada, ozenerek arkadasimdan odunc aldigim fotograf makinasi da o sirada kaput. Nevada sinirini gecerken, evet net hatirliyorum cunku siniri gecerken fotograf cekmek icin durdugumuzda farketmistik, fotograf makinamiz bozuldu :( daha gezimizin ikinci gununde, hem de emanet makine, hic gelmez bize zaten... Bu olaydan az once de, yani Nevada'ya girmeden evvel, beni bir de polis cevirdi; utanmadan ve acimadan asiri hizdan ceza yazdi. Itiraz etmedim, haketmistim. Benim kullanisimla, o gun degilse, ertesi gun, mutlaka ceza alirdim. O an, hiz limitlerine uymazsam bu gezinin sonuna kadar daha cok ceza alabilecegimi anladim, ve hiz sinirlarina uymaya karar verdim; bir daha asla hiz limitinin 20 mil ustune cikmadim.

Las Vegas'a ac ve susuz vardik. Kalacak yer ayarlayip, Venetian'da acili Cin yemeginin ardindan, muze gezer gibi otel casino'lari gezmeye basladik. Gordugumuz onlarca dogal guzellikten sonra, insan yapimi, ihtisamli, cok renkli binalar enteresan gelse de, kisa sure icinde ilgincligini kaybetti, biz de iyi bir uyku icin otelimize donduk. Vegas gurultusunun ortasinda, hicbirini duymadan uyumusuz.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Virginia'dan California'ya

Sabah 4'te uyandim; kolaycacik. Diger sabahlarda olasi "yaaa bes dakka dahaaa.." yalvarmalari olmadan. Hani denir ya, zink diye, aynen oyle. Cunkuuuuu bugun yola ciktik.

Valiz geceden hazirdi, yani uyandigimda hala agzi acik bana bakiyordu "son verecegin birseyler varsa, hadi" dercesine. Dislerimi fircalayip, her yolculukta oldugu gibi fircalara uygun bir naylon poset bulmakta zorlanip, ancak firca kismini icine alan, saplarini sap gibi disarda birakan minik seffaf "ziplock" posetlerine (fermuar-kilit manasina gelen bu marka isim, minik agzi hava gecirmeyecek sekilde kapatilabilen posetler uretiyor) koyup, valizin yanlarda kalan bosluguna guzelce yerlestirdim. Geceden hazirladigim giyeceklerimi uzerime gecirirken makyajimi yaptim. Saat sabahin kaci olursa olsun sanirim hic makyajsiz ciktigim olmadi. Dusunuyorum, Allah korusun, bir acil durum olsa, ne bileyim yangin mesela, "bi saniye, gozume kalem cekip atliyorum hemen camdan" gibi bir cumle sarfetmem cok olasi saskin itfaiye bakislari karsisinda.

Taksinin gelmesine on dakika kala, bir yandan giyiniyor bir yandan evde kalan yiyecek ne varsa tuketmeye ictigimizin andimizin geregi bagel (yani Amerikan susamsiz simiti) arasina cevizli-balli-krem-peynir ve domatesli sandvicimi yerken, para verseler, dislerimi tekrar fircalamayacagimi dusunuyordum.

Veee hazirdik! mi? Unutmadik di mi birsey? Hani bazen oyle sabirsizsindir ki onemli de degildir unuttuklarin. Mesela ben uzun suren sinavlarin sonunda hep boyle hissederim. Hic onemi yoktur gecip gecmeyecegimin, atladigim soru var midir, kaydirmis olabilir miyim cevaplari... Yaptim iste; "neyse halim, ciksin falim" misali, bir an once kagidi verip cikmak isterim. Iste bu sabah da benzer hisler icinde, ne unuttuysak unuttuk, bir an once ucagimiza binelim deyip kapiyi besmeleyle kilitledik.

Herkesin hala yataginda misil misil uyudugu saatlerde, daha karanlik ve sessizken sokaklar, yagmurun islattigi yollarda havaalanina dogru ilerlemeye basladik. Hunter Mill'den parali yola cikacagimiz icin, o sevdigim arka yollari bu erken saatlerde gorme firsatiyla, gozum yolda, geyik ve tilkilerin yola atlayabilme ihtimaline karsi uyanikligim da artmaktaydi.

Havaalani da sokaklar gibi bombostu. Havaalanlarinda birseyler yemeyi de cok severim ben. Hic birsey olmasa kahve icmeyi en azindan... Bu erken saatlerin tek dezavantaji da buydu sanirim: hicbir dukkan acik degildi. Ehh zaten son ictigim cay latte'yle davul olmus karnimla da zaten birsey yiyip icmeyeydim artik! Cay latte dedigim, bildigin sutlu cay aslinda ama, Starbucks'ta satilinca adi bu oluyor. Icinde tarcin, karabiber, zencefil ve adini hatirlayamadigim, oha bu da mi varmis dedigim bir iki baharat daha var. Evdeki hersey bitecek ya, bu cay latte de kalacak degildi... Kocaman bir bardak, yok yok kupa, hatta masrapaya koyup, tum yol boyunca uzerime, yani yeni hirkama dokmemeye calisarak, hupleterek icmis, havaalanina midem catlamaya hazir bir vaziyette varmistim.

Su an inis icin alcaliyoruz San Francisco'ya. Ucagin kucuk camindan gordugum kadariyla farkli bir bitki ortusu var burada. Artik bir de pilotuz ya, ucagin dokuz numarali radyo kanalindan, pilot ile kule va hava trafik arasindaki konusmalari dinliyoruz, ustelik bazen begenmiyor, pilotu elestiriyoruz da; gercekten bazen cok sekeriz... Seker deyince, ucakta seker hastasi yolculardan birisi bayildi, hepimiz ciddi bir durum olmamasi icin dua ettik. Bu telas, yemek servisinin bize gelmesine uc sira kala durmasina sebep oldu, tum hostesler bayilan yolcu icin seferber oldu. Mekin'le yarim saat boyunca hangi menuyu alacagimiz konusundaki derin konusmalarimiz da boylece sadece gulumseme sebebi oldular ki aslinda iyi oldu dedim icimden, bu davul karnimla aslinda gercekten hicbirsey yiyecek halim de yerim de yoktu. Zaten ne olursa hep iyi oluyordu, bize hic oyle gelmese de, hatta hele hic oyle gelmedigi zamanlarda ozellikle...

Simdi biraz disariyi seyredecegim. Cok heyecanli oldugumu soylemis miydim?!...