24 Kasım 2011 Perşembe

California'dan Virginia'ya - 2

Kafamda hergun yaziyorum, ama okunabilir kelimelere dokmem biraz zaman aliyor, ve genellikle taksitle yapabiliyorum. Tembel olabilirim. Fakat daha bu etiketi kendime ic huzuruyla yapistiramadim. Etiketlenmesi zor bir insanim. Gune, o gunun gunesli olup olmamasina, yediklerime, pirtlayan gobegime, uykuma, makyajima, dinledigim sarkilara, hissettigim yakinliklarima, yakaladigim hislere gore degisik ozelliklerim one cikabiliyor. Tembelligimi, inatciligimla yenebiliyor, inadimi anlayisla kirabiliyor, anlayisimi bencilliklerimle dengeleyebiliyorum. Hergun, tekrar tekrar yeniden, o gune en uygun ozelliklerimi bulabilmenin ve kullanabilmenin savasini veriyorum. Tamam, savas cok kuvvetli bir benzetme oldu, meydan muharabesi diyelim, ya da belki kisaca gayret.

Dedigim gibi hergun aklimda yaziyorum. Buraya da not aliyorum. California'dan Virginia'ya arabayla 9 gun suren, bir uctan bir uca Amerika gezimizi kaldigim yerden anlatmaya, kisaca, devam ediyorum.

Las Vegas'ta piril piril, gunesli ve ilik bir sabaha uyandik deliksiz bir uykudan. Kelimeleri oylesine secmedim, kastettigim gercekten de deliksiz uyku, ne bir bosluk ne de bir bolunme ya da kopma olmadan uyunan bir uyku, oyle deliksiz ki, oyle tam ki, uyaninca siz de tam oluyorsunuz.. Bir gece once arabada uyumus olmanin biraktigi hic bir iz kalmasin diye alinan sabah dusunun ardindan islak saclarimiz, tertemiz yeni giyeceklerimiz icinde otelin ayakustu barinda kahvaltimizi yaptik, hic acele etmeden. bu arada, galiba gunu en sevdigim karsilama rituellerinden biri bu. Kahvaltidan sonra zaten hic otele tasimadigimiz valizimizi duzenleyip, bundan boyle yolda sik giyeceklerimizi uste ve kolaya alip, aksam soguguna karsi giyecegimiz yunluleri de ayri bir kosede toplayip, kirlilerimizi torbaladiktan sonra, beden, ruh, sac, valiz ve arabamiz toplanmis olarak Las Vegas'tan Hoover Dam'e dogru yola ciktik.

Hoover Dam, Las Vegas'a bir iki saat mesafede bir baraj; Nevada colunde bir serinlik, kahve tonlarin ortasinda bir mavilik. Baraji gezebiliyorsun arabani parkedip, fakat biz, yolun devamini merak etmenin tezcanliligiyla ve park yeri aramaktan cok da hoslanmadigimizdan, arabayi parketmek yerine, nobetleserek gezdik, once ben arabayla turlarken Mekin yuruyerek gezdi, fotograflar cekti, sonra sofor makamina o gecti, bu kez ben gezdim, suyun mavi-yesiline bayildim, barajin heybetine hayran kaldim, bir iki fotograf da ben cektim. Ne komik ve hos ki, ikimizin cektigi fotograflar da ayni noktalardan ve benzer kadrajlarla ayni manzarayi yakalamak niyetiyle cekilmis (yakalamis diyemedim, cunku hicbir fotografimiz, gorduklerimize denk degildi). Aa bir de Hoover Dam barajinin uzerinde bir cizgiyle ayirmislar Nevada ve Arizona eyaletlerini, ustelik birer de saat koymuslar, aha buradayken saat 10, ama bu cizgiyi gecince saat artik 11 demisler. Off bu zaman kavramina zaten takigim, kime gore 10, 11 ne demek.. Neyse, Bogaz ile Avrupa ve Asya'yi ayirmis, ya da birlestirmis, cocuklar olarak cok da ehemmiyet vermedik o cizgiye, ve yolumuza Arizona yonunde devam etmeye basladik.

Arizona'dan hicbir beklentim yoktu, hedefimiz olan Grand Canyon disinda. Hatta Grand Canyon icin bile, cok abartilmis bir yarcik olabilecegine dair suphelerim vardi. Fakat Arizona dumduz bir ova gorunumunun altinda yatan 8000 feet yani neredeyse 2500 metreyi hic caktirmayisindaki vakarla gonlumu hizla fethediyordu. Dusun bir ya, 2.5 kilometre yuksektesin, ama ne bir dag var, ne bir tepe; dumduz, alabildigine. Kulaga sikici geliyor, ama inan goze degil. Niyet de, hedef de, odak da gunbatimini Grand Canyon'da seyredebilmek. Saatle yarisiyoruz, ama iste doguya dogru ilerledikce o saat dilim cizgisini geciverme riski var, o zaman hadee taaak bir saat daha ileriye gidiveriyoruz; sinir birsey, gunun boyle hizli bitmesini sevmiyorum, hem de haybeye gecen, bir cizgiyle degiseveren saatlerle. Grand Canyon oyle biryerde ki, batida arkamizda Nevada, hemen kuzeyde Utah, az sag yaparsaniz Colorado, hemen alti yani onumuz de New Mexico. Nevada'ya oyle yakiniz ki, acaba bir saat karda miyiz hala, yoksa Arizona sinirlari icindeyiz diye saatler ileri aliniyor mu hemen. Haritadan anlamaya calisiyorum, gun batimi bizim su an arabanin radyosunda gordugumuz saatin aksam 6sinde mi olacak, yoksa bizim saat henuz daha 5i gosterirken mi batacak gunes. Telefonlarimiz cekmedigi icin, ahh o pek cok alistigim internetten de bakamiyorum. Arada cektiginde de telefon bir 3 gosteriyor saat icin, bir 4. Artik, Grand Canyon bu yone, tabelalarinin belirmesiyle icim daha rahat gunbatimini burada seyredebilecegimiz icin. Hizla diger arabalari takip ediyoruz, etraf yesil cam agaclariyla dolu, ne bir yar goruyorum ne tepe, cok heyecanliyim, cok gormek istedigim, ustelik hep gormek istedigim bu meshur manzaraya yaklastikca. Fakat hicbir ipucu yok, agaclarin arasindan bir ufak kacamak goruntu yakalamak mumkun degil, umarim balon cikmaz bu kanyon manzarasi diye gecirirken, artik arabalari park edip ilk bakisi yapabilecegimiz bir cebe geliyoruz. Heyecanla arabadan firliyor, ve manzarayi ilk kez goruyor, ve tam anlamiyla buyuleniyoruz. Oyle etkileyici ki gorduklerimiz, daha da icine girmek, daha da fazlasini gormek istiyoruz. Ogreniyoruz ki, otobuslerle kanyonun icine girebiliyoruz. Otobuste elimizdeki kucucuk haritadan gunbatimi icin en uygun noktayi belirliyor, soforun kafasini sorularimizla yiyor, iner inmez kosuyoruz, cidden. Hani cocuklar gibi, biz mesela Oguzhan'la arabadan iner inmez kosardik, niye bilmem.. Manzarayi anlatmam mumkun degil, maalesef gostermem de, cunku fotograf makinasi "kaput", telefonla cekiyoruz fotograflari, kalite malum; hatiradir diye cekiyoruz. Oyle guzel ki gorduklerim ve icimde uyandirdiklari, gunesin kizilligi gozden kaybolurken gozlerim nemleniyor.. Hava iyice kararana, gozlerimiz hicbirsey gormeyene dek, orada kaliyoruz. Sonra nerede ne yedik hic hatirlamiyorum ama Flagstaff'den gecisimizi, ve Winslow adinda tren yolu ve Route66 nin icinden gectigi bir kucuk kasabada geceledik. Kaldigimiz motelin sahibine deginmezsem haksizlik olur, motelin girisindeki kucuk lobiye bir kanepe bir de televizyon koymus, yaninda findik fistigi, uzerinde pijamalariyla, kablolu yayinda masa tenisi maci seyreden, az biraz bilge, az biraz kacik, iyi dilekle karisik kehanetlerde bulunan bir Hintli adam. Ertesi sabah yola cikarken rastladigimizda, bir de fotografini cekiyoruz.

Gunlerden Pazar, yine piril piril bir sabah, Winslow'dan cikmadan once Route66 uzerinde hatira fotografi cektiriyoruz. Hediyelik esya satan dukkanin sahibi tombul bir kadindan, kahvalti mekanlari icin tavsiye aliyoruz. Ve tum gezinin en lezzetli ve en buyuk kahvaltisini El Falcone adindaki bir yerel lokantada yapiyoruz, tabelada, dunyaca meshur, diye yaziyor; bu kucuk dunya bakisina gulumsuyoruz. Topladigimiz brosurlerde, Arizona-Utah sinirinda Monument Valley diye bilinen bir kizilderili bolgesi oldugunu okuyoruz, fotograflara bakilirsa Amerika-bati-Western diye gormek istedigimiz yer burasi. Ve Monument Valley'e dogru yola koyuluyoruz.

29 Ekim 2011 Cumartesi

su gibi olmak lazim

Su an New York'tayim. Bu tek basina yeterince heyecan verici degilmis gibi, kar yagiyor. New York'un ilk kari, benim ise ikinci; Yosemite'de gormustum bu sezonun ilk karini.

Planladigim gibi olmuyor her zaman hersey; bugun sabahtan aksama Manhattan'da ayak basmadigim yer kalmaz diyordum. Kar da aksam donuse gecince yagacakti, yolu yarilamisken, sadece yol manzarasi olarak kalacakti. Planim buydu.

Ama... Kar bekledigimden 12 saat daha erken yagmaya basladi. Central Park'ta yuruyus simdilik yalan. Yuzum asik azicik.

"Ama"nin ardindan gelenler hep istenmeyenler midir? Gecikmeli de olsa karla birlikte yurumek, kuru kuru yurumekten daha zevkli degil midir halbuki?

Galiba biz planladigimizi oyle cok istiyor, onun icin oyle cok heyecanlaniyoruz ki, planladiklarimizin disinda kalanlari goremez oluyoruz. Belki planlarken cok emek verdigmizden, zaman ayirdigimizdan, zamanimiz da emegimiz de pek kiymetli oldugundan, planladiklarimizdan vazgecmek bu emegi cope atmak gibi geliyor, belki bundan...

"Ama"lardan cekinmemenin yolu, plan yapmamaktan mi gecer peki? Hayal etmezsen, hayal kirikligi da olmaz mi yani? O zaman hayat ne sunarsa, mutlu mu olursun sanki?

(Burada durdum. Kalktim, dolandim. Tavana baktim. Basimi kasidim... Ne var? dusunmeme yardim ediyor.. Sonra dondum tekrar yazdim)

Galiba, su gibi olmak lazim. Su, hic "ama" demiyor. Kalakalmiyor. Soguksa donuyor, sicaksa buluta karisiyor. Surahiye de giriyor, ayakkabilarimin icine de. Ama ben bir kup buz idim, erimem diye tutturmuyor. Planlamadigindan degil, planlari sabit olmadigindan, esnekliginden.

Su gibi olmak lazim.. Simdi kar olup New York'un uzerine yagmak lazim...

24 Ekim 2011 Pazartesi

California'dan Virginia'ya - 1

Niyetim hergun yazmakti gezdigimiz yerleri, gorduklerimizi, gulduklerimizi, yediklerimizi. Ama oyle guzeldi ki her an, yazmak icin bile olsa, gozlerimi bir an yoldan ayiramadim.

Pazar sabahi vardik San Francisco'ya. Piril piril gunesli bir hava karsiladi bizi. Carsamba aksami cikmayi planladigimiz "bir uctan bir uca arabayla Amerika" gezimiz icin kiralik araba arastirmamizi da ucaktan iner inmez havaalaninda baslattik, bu sebeple otelimize girisimiz neredeyse ogleni buldu. Hep yaptigimiz gibi acil durum haritasi cikarttiktan sonra (yani sabah kahvaltisi nerede, havuz ne tarafta ve kaca kadar acik, kola ve su alabilecegimiz "vending machine" yakin mi ve bozuk paramiz var mi, vs.) hemen kendimizi disari attik. Virginia'nin buz gibi havasi oyle etki altina almis ki, daha besinci dakikada San Francisco havasina gore fazla giyindigimi farkettim. Ama hic onemi yoktu. Hizli adimlarla 1-2 mil uzaklikta oldugu vaadedilen metro istasyonuna dogru yuruyorduk. Metro ile sehir merkesine indik, Financial District'i gezdik, Ozbek bir bufeden doner ve falafel yedik. Yuruyerek Cin ve Italyan mahallelerini gezdik, Coit Tower'a ciktik, sonra Russian Hill'e ciktik diyecegim ama dogrusu benimki daha cok tirmanisti, neredeyse emekleme pozisyonunda, bu nasil yokus yarabbim! San Francisco'nun ne kadar inisli cikisli oldugunu nefes nefese kalarak farkettik her yokus cikisinda, ve ne denli Istanbul'u hatirlattigini soyledik her manzarada. Burada Alcatraz varsa, orada da Imrali var diyerek, Maritime denen koya inip ayaklarimizi suya, buz gibi oldugunu eklemeliyim, soktuk. Oradan otobusle Golden Gate koprusune gidip, gitmekle de kalmayip, kopruyu yurumeye de kalkistik, her adimda bir fotograf cektigimiz icin hizimiz da kaplumbagalara esti. Koprunun karsi ayaginin yayalara kapatildigini duydugumuz anda ben vizildayip mizildayarak o noktadan geri donmek icin Mekin'i ikna ettim, zira yorgunlugumu o anda hissediyorsam aksam halim niceydi. Fisherman's Wharf'ta, gozumuze kestirdigimiz bir balikcida fish n chips yiyip, otobus, metro, taksi araciligiyla otele donduk. Ertesi gun icin gomlek utulemem lazimdi, ama umurumda bile olmadi, giyecek donum bile olmasa bana o anda is yaptiracak guc, bende de is yapacak hal yoktu. Basimizi yastiga koydugumuz gibi uyuduk. Ruyamda bile Golden Gate'i gordum.


Sonraki uc gun calisarak ve aksamlari yine San Francisco'yu kesfe devam etmekle gecti. Her aksam otele, bu sehirde is bulmaliyim, burada yasamali diyerek dondum...

Carsamba aksami, yerimde duramiyordum, is guc bitmisti. Bu aksam bir uctan bir uca arabayla Amerika gezisi basliyordu. Ne kadar heyecanli oldugumu soylemis miydim?

Cok uzun zamandir gormedigim bir aile dostumuzun misafiri olmaya karar verdik o aksam, son bir kez daha balik ziyafetinin ardindan, arabayla, ne hasret kalmisiz meger, sehrin tabanvayla ulasamadigimiz koselerini gezdik. Bir ara Bebek'e indik sandim, tipatip aynisi, bogaziyla, manzarasi, evleri, yatlariyla.. Meger burasi Sausalito'ymus. Ve gece, dost elinde ve evinde, kahkahalar icinde, Berkeley'den muhtesem bir SF manzarasina karsi uyuduk. San Francisco'yla artik iyice laubali olmus, ona kisaca SF demekte, kendimize yeni bir yakinlik bulmustuk. Sabahleyin erkenden uyanip, sakir sakir yagan yagmura sasip ve hatta kizarken, kiraladigimiz arabamizi almak icin yine sehre indik. Allah'im araba ne harika birseydi, ve onsuz ayaciklarim ne cok yorulmus ve usumustu, ve ne cok planlama gerektiriyordu arabasizlik, meger her saat otobus olmuyormus, olmayinca insan caresiz cook yuruyormus.

Arabamiz kucucuktu, tertemizdi, beyaz renkte, mis gibi yepisyeni araba kokuyordu. Aninda bayildik, hemen fotografladik o ani.


SF'yu arabayla gezmeye devam ettik. Yaa her yeri mi guzel olur bir sehrin, ama her yeri guzeldi, neredeyse Istanbul kadar guzeldi. Pasifik kiyisini gordukten sonra yine benim, yola koyulmuyor muyuz, col gezmeyecek miyiz, daga cikmayacak miyiz seklinde tureyen sorularim karsisinda ogleden sonra 2 gibi Yosemite'ye dogru yola koyulduk, galiba sonra uyumusum.

Yosemite'ye gun batimina bir iki saat kala girdik. Bambaska bir dunya idi burasi. Daglari dik ve yuksekti. Etraftaki agaclar daglarla yarisacak uzunluk ve heybetteydi. Tirmandikca sis alcaliyordu, esrarengiz bir havasi vardi buranin. Ve kar! Yilin ilk karini 6 Ekim'de Yosemite'de gorduk. Selalerin ihtisami ile buyulendik. Havanin buz gibi olmasi bile bizi durduramadi, daha yakindan gormek, renklerin kokusunu solumak icin (yesil agac, beyaz kar, gri sis, mor dag) arabadan indik tam Bride's Veil (Gelin Duvagi) adini verdikleri dunyanin en yuksek selalesinin onunde.


Yorulmustum, daha cok gorduklerimin guzelligini sindirmeye calismaktan. Hava da kararinca gece ne yapacagimizi kararlastirmaya calisirken, gecitlerin kar dolayisiyla kapandigi haberini aldik ve rahatladik, en azindan ben, cunku aceleye gerek yoktu, bu gece buradaydik, ve Yosemite'nin tadini cikaracaktik. Hem bir iki otel ve yiyecek yer de vardi dagda, once karnimizi doyurduk, hala hatirliyorum somon burger yemistim, sanirim ustuste yedigim dorduncu balikti bu, arada yedigim "in and out" burgeri saymazsak tabii. Kocaman bir dag evi gibiydi restaurant, zaten cok sayida dagci gormustuk, kimisi havasi icin buradaydi, kimisi manzarasi, icin kimisi de spor icin, yani cidden spor icin. Hepsinin uzerinde kat kat anoraklar, bereler ve eldivenler vardi. Ama kis daha gelmesindi yaaaaa.. Nerde kalsak nasil yapsak derken, arabanin ne kadar rahat oldugunu farketmemizle, bagajda bir battaniyemizin oldugunu hatirlamamizin ayni anlara denk gelmesiyle arabada misil misil uyumaya basladik. Bu huzur dolu uyku, sanirim gece 2'ye kadar surdu. Mekin uykusunu almis, ya da kimbilir belki de benim samimiyetle ayi gormek isteyisimden, burada ayi var midir, bence kesin burada ayi vardir, aa su ayi mi, gibi sorularimin etkisiyle uyanmis, ve sonunda beni de uyandirmisti. Eee yola koyulduk, ben bir saat icinde tekrar sizmisim :) uyandigimda gunes dogmak, Mekin de uyumak uzereydi. Hemen yer degistirdik, o uyudu ben direksiyon basinda gunesi beklemeye basladim.

Yosemite'nin altindan dolanip Death Valley'e (Olum Vadisi yani, etkileyici isim degil mi, ben cocuklugumda duydugumdan, ya da belki Red Kit'te okudugumdan beri gormek istemisimdir) gidecektik. California'nin daglik, ucurumlu ve essiz manzarali yollarindan geciyor, Isabella golunun yaninda yol aliyorduk. Oyle kivrimliydi ki yol, 15 mille viraj aliyor, 30 milin uzerine cikamiyordum. Ve her viraji, Allah'im bu ne guzellik diyerek aliyordum, her kivrim yolun aciliminda yeni bir guzellik sakliydi. Gunes dogmustu, ve isiklari her yerden yansiyordu. Camlar bugulanmisti, disarisi soguk, arabanin icindeyse kalorifer haril haril calisiyordu. Manzara inanilmazdi, surekli olarak inanilmazdi hem de, oyle bir kerelik bi vaaay degildi de, surekli vay vay vay vay dedirtiyordu. Dayanamayip bir iki kere kenara cektim ve disari ciktim. Yolun sol tarafi ucurumdu, ucurumun hemen yaninda dere cagliyordu. Ayagimi sokabilir miyim diye tartiyordum, ama ne ucurumdan inmeyi, ne de o coskun dereye girmeyi gozum kesmiyordu, ustelik disarisi soguktu yav! En sonunda Isabella golune karsi fotograf almaya calisirken, Mekin uyandi.


Yolluklarimizdan atistirarak ilerliyorduk Death Valley'e dogru. Hava hissedilir derecede isinmisti. Bitki ortusu de degismisti. Benzin daha vardi. Death Valley oklarini takip ediyorduk. Hava daha da isinmaya, etraf daha da issizlasmaya basladi. Artik pek fazla trafik levhasina da rastlamiyorduk. Ama oyle guzeldi ki yol, iste diyordum ben bu manzara icin istiyordum bu geziyi, iste buydu gormek istedigim. Filmlerde gordugumu, kitaplarda okuyup hayal ettigimi, kendi gozumle goruyordum. Ucsuz bucaksiz duzdu. Goz alabildigine uzuyordu yol. Tek bir araba bile yoktu. Ya da bir insan, ne de izi insanligin. Benzin azalmaya baslamisti, telefon da cekmiyordu. Eger ileride bir kasabaya rastlamazsak, burasi gercekten de Death Valley olabilirdi, gulduk.



Bu sessizlik, issizlik, duzluk ve sicak icinde epey gittikten sonra, sonunda benzini oldugundan tam iki katina satan bir benzin istasyonuna vardik. Ve tabii ki pasa pasa parasini verip aldik. Ileride bizi Amerika'nin en alcak noktasinin bekledigini ogrendik, ve Artist's Palette (Sanatcinin Paleti) denen bir doga harikasinin. Yaa insan bu benzincide calissa ne yapar tum gun diye dusunurken tekrar yola devam ettik. Artist's Palette, koca bir dagin, gercekten bir ressamin paletine benzedigi yerdi; yesil, mor, sari, kirmizi renklerde bir doga harikasi. Benim ille de tutturdugum, colun kum tepelerinde (sand dunes) durup col havasini aldik, ciplak ayakla kumlarda yuruduk, ve son kalan nar sodamizi paylastik. Aaa bu arada, ozenerek arkadasimdan odunc aldigim fotograf makinasi da o sirada kaput. Nevada sinirini gecerken, evet net hatirliyorum cunku siniri gecerken fotograf cekmek icin durdugumuzda farketmistik, fotograf makinamiz bozuldu :( daha gezimizin ikinci gununde, hem de emanet makine, hic gelmez bize zaten... Bu olaydan az once de, yani Nevada'ya girmeden evvel, beni bir de polis cevirdi; utanmadan ve acimadan asiri hizdan ceza yazdi. Itiraz etmedim, haketmistim. Benim kullanisimla, o gun degilse, ertesi gun, mutlaka ceza alirdim. O an, hiz limitlerine uymazsam bu gezinin sonuna kadar daha cok ceza alabilecegimi anladim, ve hiz sinirlarina uymaya karar verdim; bir daha asla hiz limitinin 20 mil ustune cikmadim.

Las Vegas'a ac ve susuz vardik. Kalacak yer ayarlayip, Venetian'da acili Cin yemeginin ardindan, muze gezer gibi otel casino'lari gezmeye basladik. Gordugumuz onlarca dogal guzellikten sonra, insan yapimi, ihtisamli, cok renkli binalar enteresan gelse de, kisa sure icinde ilgincligini kaybetti, biz de iyi bir uyku icin otelimize donduk. Vegas gurultusunun ortasinda, hicbirini duymadan uyumusuz.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Virginia'dan California'ya

Sabah 4'te uyandim; kolaycacik. Diger sabahlarda olasi "yaaa bes dakka dahaaa.." yalvarmalari olmadan. Hani denir ya, zink diye, aynen oyle. Cunkuuuuu bugun yola ciktik.

Valiz geceden hazirdi, yani uyandigimda hala agzi acik bana bakiyordu "son verecegin birseyler varsa, hadi" dercesine. Dislerimi fircalayip, her yolculukta oldugu gibi fircalara uygun bir naylon poset bulmakta zorlanip, ancak firca kismini icine alan, saplarini sap gibi disarda birakan minik seffaf "ziplock" posetlerine (fermuar-kilit manasina gelen bu marka isim, minik agzi hava gecirmeyecek sekilde kapatilabilen posetler uretiyor) koyup, valizin yanlarda kalan bosluguna guzelce yerlestirdim. Geceden hazirladigim giyeceklerimi uzerime gecirirken makyajimi yaptim. Saat sabahin kaci olursa olsun sanirim hic makyajsiz ciktigim olmadi. Dusunuyorum, Allah korusun, bir acil durum olsa, ne bileyim yangin mesela, "bi saniye, gozume kalem cekip atliyorum hemen camdan" gibi bir cumle sarfetmem cok olasi saskin itfaiye bakislari karsisinda.

Taksinin gelmesine on dakika kala, bir yandan giyiniyor bir yandan evde kalan yiyecek ne varsa tuketmeye ictigimizin andimizin geregi bagel (yani Amerikan susamsiz simiti) arasina cevizli-balli-krem-peynir ve domatesli sandvicimi yerken, para verseler, dislerimi tekrar fircalamayacagimi dusunuyordum.

Veee hazirdik! mi? Unutmadik di mi birsey? Hani bazen oyle sabirsizsindir ki onemli de degildir unuttuklarin. Mesela ben uzun suren sinavlarin sonunda hep boyle hissederim. Hic onemi yoktur gecip gecmeyecegimin, atladigim soru var midir, kaydirmis olabilir miyim cevaplari... Yaptim iste; "neyse halim, ciksin falim" misali, bir an once kagidi verip cikmak isterim. Iste bu sabah da benzer hisler icinde, ne unuttuysak unuttuk, bir an once ucagimiza binelim deyip kapiyi besmeleyle kilitledik.

Herkesin hala yataginda misil misil uyudugu saatlerde, daha karanlik ve sessizken sokaklar, yagmurun islattigi yollarda havaalanina dogru ilerlemeye basladik. Hunter Mill'den parali yola cikacagimiz icin, o sevdigim arka yollari bu erken saatlerde gorme firsatiyla, gozum yolda, geyik ve tilkilerin yola atlayabilme ihtimaline karsi uyanikligim da artmaktaydi.

Havaalani da sokaklar gibi bombostu. Havaalanlarinda birseyler yemeyi de cok severim ben. Hic birsey olmasa kahve icmeyi en azindan... Bu erken saatlerin tek dezavantaji da buydu sanirim: hicbir dukkan acik degildi. Ehh zaten son ictigim cay latte'yle davul olmus karnimla da zaten birsey yiyip icmeyeydim artik! Cay latte dedigim, bildigin sutlu cay aslinda ama, Starbucks'ta satilinca adi bu oluyor. Icinde tarcin, karabiber, zencefil ve adini hatirlayamadigim, oha bu da mi varmis dedigim bir iki baharat daha var. Evdeki hersey bitecek ya, bu cay latte de kalacak degildi... Kocaman bir bardak, yok yok kupa, hatta masrapaya koyup, tum yol boyunca uzerime, yani yeni hirkama dokmemeye calisarak, hupleterek icmis, havaalanina midem catlamaya hazir bir vaziyette varmistim.

Su an inis icin alcaliyoruz San Francisco'ya. Ucagin kucuk camindan gordugum kadariyla farkli bir bitki ortusu var burada. Artik bir de pilotuz ya, ucagin dokuz numarali radyo kanalindan, pilot ile kule va hava trafik arasindaki konusmalari dinliyoruz, ustelik bazen begenmiyor, pilotu elestiriyoruz da; gercekten bazen cok sekeriz... Seker deyince, ucakta seker hastasi yolculardan birisi bayildi, hepimiz ciddi bir durum olmamasi icin dua ettik. Bu telas, yemek servisinin bize gelmesine uc sira kala durmasina sebep oldu, tum hostesler bayilan yolcu icin seferber oldu. Mekin'le yarim saat boyunca hangi menuyu alacagimiz konusundaki derin konusmalarimiz da boylece sadece gulumseme sebebi oldular ki aslinda iyi oldu dedim icimden, bu davul karnimla aslinda gercekten hicbirsey yiyecek halim de yerim de yoktu. Zaten ne olursa hep iyi oluyordu, bize hic oyle gelmese de, hatta hele hic oyle gelmedigi zamanlarda ozellikle...

Simdi biraz disariyi seyredecegim. Cok heyecanli oldugumu soylemis miydim?!...

17 Şubat 2011 Perşembe

babam

Bu sabah ofise erken varmis oldugum icin, hadi dedim sutlu kahvemi yudumlarken, emaillerime bir bakayim ise baslamadan once. "Ruya" basligi mi dikkatimi cekti, yoksa daha derin birsey mi bilemem, ama direk babamdan gelen bir emaili okudum. Ilk once bilemedim kimin yazdigini, acaba babacigim mi yazmisti, sonra babama da Oguzhan'dan gelmis oldugunu gordum, acaba o mu yazmisti, ya da bir yerde okudugu bir yaziyi mi paylasiyordu? Yazinin sonuna bakiverdim hizlica sadece bir tarih, 15 Subat.. Yavas yavas, sindire sindire okumaya basladim, bir yandan kana kana doyasiya icmek isterken emaili, bir yandan kiyamiyordum, bitmesin diye her cumleyi beser yediser okuyordum. Ve artik Oguzhan'in, kardesimin yazdigini anlamistim...

Anlattigi anlari, anilari biliyordum, ben de yanindaydim, yasamistim. Okurken gozumun onunden gectiler, o anlar, kokular, renkler, sesler.. Baktim ki Oguzhan kendi gordugu gibi hatirliyor, metalik diyor muzik setine mesela, ben ise hep gri diye tanimlamisimdir. Kim bilir belki o cok sevdigimiz baharin kokusu bile farkli geliyordur ikimize. Ama sanirim his ayni. Ve bu his sadece tarifsiz sevmek, cok ozlemek, surekli yaninda yakininda aramak (ve hatta bulmak) ile de sinirli degil. Izler almisiz anne babamizdan. Bu izlerle yol bulmusuz kendimize. Farkli olmayi, bir baskasi icin fark yaratmayi, samimiyeti, usenmemeyi, sevmeyi, sevdigini gostermeyi, kollamayi, korumayi, neye sahip cikilacagini, neyi koy verip birakmak gerektigini, pesinden kosulacaklari ve donup bakilmayacaklari..

Amerika'da birsey anlatinca hemen ornek istiyorlar. Mesela, babam cok sefkat doludur dersen, bir ornek verebilir misin derler -ehh sifatlari ortaya cikaran halimiz hareketimizdir ne de olsa. Ben de babamla bir kis aksami bana igne yaptirmaya gidisimizi hatirlarim. Pazar aksami idi sanirim, Ankara'da 39. Sokaktaki evimizdeyiz. Bir yerden yeni donmusuz eve, belki aksam bile olmamisti daha, ama zaten puslu hava bir de mevsim kis olunca erkenden kararmis. O igne yaptirilacak ille bana. Herkes evde birseylerle mesgul, babamla biz ciktik. Disarisi kar. Once yakinda olan, benim hep huysuz buldugum o doktorun saglik ocagina gidiyoruz. Saglik ocagi kapatmis bile. Hemen karsi binada diye hatirladigim doktorun evinin kapisini caliyoruz, hic unutmam lacivert bir esofmanla aciyor kapiyi, ama surati asik; gec kaldigimizi soyluyor, bu saatte calismadigini ekliyor, huysuzlugu iyice cikiyor ortaya. Babam hic takilmiyor, hic soylenmiyor, homurdanmiyor, kufretmiyor, terslenmiyor, hayiflanmiyor, ne yapariz biz demiyor; zaten ah vah'la vakit kaybedecek adam degil babam, hemen adapte oluyor duruma, peki o zaman bu kizin vurulmasi sart olan bu igneyi nasil nerede yaptirabiliriz diyor. Doktor bir hemsirenin adresini veriyor, ben belki bu aksam yirttim igneden diye umitlenirken, babamla doktorun apartmanindan cikip, tekrar hemsirenin evine yurumeye basliyoruz. Babam kizmiyor doktora, hayvan herif, vuracagin bir igne, ayagina kadar geldik, parasiyla degil mi, demiyor; ustelik hakli buluyor; biz gec geldik, adamin bir pazar aksami var diyor. Hic unutmuyorum bunu. Babamla elele hemsirenin evine yuruyoruz. Kartopu oynuyoruz ben mizildandikca. Sonunda variyoruz adrese, pamuk sacli, tombik bir teyze. Igne acitti mi hic hatirlamiyorum, ama igneci teyzenin guleryuzu ve babamin igneye bakamayisi kalmis aklimda. Bir de karda yurumekten islanmis coraplarimin yerine bana yeni kuru bir cift corap verisi, bir dahaki sefere geri getirirsiniz deyisi basimi oksarken. Donus yolunda isinmis ayaklarimla daha isabetli kartopu vuruslarim, sanirim bir tane de gozume yedim, babam da tam onikiden vuruyordu cunku.

Bir tane daha hic unutmadigim bir anim da yine Ankara yillarindan, yine sadece babam ve ben basroldeyiz. Ben okuldan eve gelmisim, evde kimse yok, yalnizim. Hemen annem-babamin yatak odasina kosuyorum. Annemin Libya'dan aldigimizi gayet iyi hatirladigim yesilimsi renk sividaki asetonu ile bilimsel deney (!) yapiyorum. Tuvalet masasindayim, elimde mavi bir yun ip parcasi, aseton sisesine sokup cikartiyorum, renk degisimlerini inceledigim gibi bir de ayna karsisinda anlatiyorum. Nasil oldu anlayamadan aseton sisesini deviriyorum, aseton annemin ceviz kaplama tuvalet masasina dokulmesiyle kaplamayi kabartiyor, balon gibi oluyor cila. Icimde kocaman sert birsey hissediyorum, sanirim bu panik hissi. Hemen ufluyorum, sonuyor, ama burus burus birsey kaliyor. Nefes nefeseyim, aceleyle banyodan bir parca pamuk kapip geliyorum, ve her hatirladigimda icimi ciz ettiren o hamleyi yapiyor ve dokulen asetonu siliyorum. Ceviz kaplama cikiyor, cila siliniyor ve cisciplak ahsap gorunuyor. Aklimin basimin icinde zipladigini hissettigimi hatirlarim o an. Sicak bir kova su akti icimde. Cok ama cok uzulmustum. Dehset hissini de o zaman ogrendim. Hic durduramadigim bir aglama basladi. Annem cok uzulecekti, nasil aciklayacaktim, asetonla ne isim vardi, bilimsel deney neyimeydi. Sonu gelmeyen ve bitmeyen suclamalar icinde yaniyordum. Insan en cok haksiz oldugunu bildiginde, sucunu kendine soylediginde aciyordu. Aglamaktan gozlerim kipkirmizi, salya sumuk evde cirpinirken, kapi caldi; sonumdu bu, bitmistim artik. Kapiyi actim, babamdi. Olanlari anlattim. Aglamam durmuyordu. Ve cezama hazirdim, bagirilmayi haketmistim, ne yapsalar raziydim o an. Babam goster bakiyim dedi. Onden yurudum yatak odasina, gozlerim yerde, basim egik bir sekilde, tuvalet masasindaki kel kalmis, cilasi cikmis yeri gosterdim. Babam hani nerede, dedi. Iste burada deyip parmagimla isaret edecekken, bir baktim ki yok oyle bir leke masada, icim hopladi, zamanla duzelmis miydi, olabilir miydi, kalbim gidiklandi. Bir daha dikkatle baktim ki, babam annemin yuvarlak krem kutusunu lekenin uzerine gelecek sekilde kaydirmisti, kremin altindaki parlak mavi dantel de iyice kapatmisti lekeyi. Bakinca hicbir leke yoktu tuvalet masasinda. Sevindim. Sonra, ama annem gorur dedim, gormez dedi babam, ben anlatirim annene bilimsel deneyi dedi. Elimden tuttu ve ciktik yatakodasindan. Nasil yani bu kadar miydi, elimde olmadan gulumsemeye basladim. Yuzumu yikadik birlikte, burnumu sildik. Bir daha bu konuyu hic konusmadik, annem hic sormadi, hic kizmadi, babam ona ne anlatti bilmedim, ama pisman olanin ustune gitmemek ne guzel birseydi...

Babam Oguzhan'in yazdigi hatiralarinin yansimalarini merak etmis, o yuzden onun emailini forwardlamis.. En agir basan his ne idi biliyor musun babacigim? Senin yasadigin hislere ozenmek ve ozlemek, bir baskasinin hayatina bu kadar etki edebilmek, bu kadar iz birakabilmek...