Mutluluk kesinlikle rahatlıkla aynı şey değil. Akşam ayaklarımı uzatmak televizyonun karşısında hiçbirşey yapmadan, rahat. Ama işte, rahatlık ille mutluluk getirmiyor. Ya da şöyle söyleyeyim, bizi mutlu eden şeylerle kolayımıza gelen şeyler farklı.
Ne zaman bir tercih yapsak, kolay ile istediğimiz ama emek isteyen işler arasında, eğer kolayı seçtiysek, bir süre sonra, pişmanlıkla başlayan bir huzursuzluk kaplıyor bizi, yani en azından beni. Kolay olan tercih, ilk anda iyi gelse de (bakınız televizyon karşısında uzanmış yatan halim), ardından öyle hissetmiyoruz. Çünkü bizi mutlu eden şeyler, rahat ettiren şeyler değil her zaman.
Mesela sabah kalkıp bisiklete binmek zahmetli iş (ki bu tanım özetin özeti, bir ara açarım o "zahmet" deyip bir çırpıda özetlediklerimi). Dolayısıyla sabah bir düşünüyor insan, ya da üşeniyor desek daha doğru... Uykuyu veya arabanın rahatını ya da üşenmemize sebep neyse işte onu bisiklete tercih ettiğimizde, günümüzün bir yerinde, hiç olmadı tam yatmadan önce, yaa niye binmedim ki bugün diyoruz. Hiçbir sebep istediğimizi yapmamış olmamıza bahane olmuyor o an, pişmanlık cız ediyor içimizde, tembel buluyoruz kendimizi, ya da halsiz bitkin hımbıl hatta zayıf istediklerimizi yapacak gücü bulamadığımızdan. Yani en azından ben böyle hissediyorum. Oysa, üşenmeyip kalktığım hiçbir sabah, bugün niye bisiklete bindim demedim (halbuki, hal böyle ki, ama işte gel gör ki...).
Unutmamak için naa buraya bir daha yazıyorum, mutlu eden şeyler bizleri, yapmayı kolay bulduklarımız değil çoğu zaman. İlle zoru seçelim sonucu çıkmasın, hiç öyle birşey demiyorum. Söylediğim şey gayet basit; ne zaman çok istediğimiz bir şeyi yapmaya üşenirsek, hatırlayalım ki, rahatlık mutlulukla aynı şey değil. Mutluluk rahatımızın az ötesinde, bazen bir bisikletin üzerindeki terli alında, bazen de uykulu gözlerle yazılan iki üç paragraf bir yazıda...
26 Haziran 2013 Çarşamba
25 Haziran 2013 Salı
Yazın Kışı Özlerim, Kışın Yazı Beklediğim Gibi
Sıcak bir gündü bugün. Yaz tam tekmil gelmiş artık.
Sokağa ilk adım attığında, sanki bir kamyonun arkasına denk gelmişsin de, kamyonun egzosundan yayılan sıcağa maruz kalmış zannediyorsun kendini, o kadar yoğun ve ağır bir sıcak. Ama sonra anlıyorsun ki kamyon falan yok ortada, sadece DC'nin yoğun yapış sıcağı... Üstelik, baharın güzelliği, sabahın erken saatlerinde bile kalmamış.
Akşam üzeri işten eve dönerken, bisiklette, sıcaktan kan ter içinde, yanaklarımdan ateş çıkar ve sırtımdan ter boşanırken, kışın aynı yolda nasıl soğuktan donduğumu, ayak parmaklarımın nasıl uyuşmuş, ellerim ve yüzümün nasıl sızladığını hatırladım. Ve belki biraz özlemiş dahi olabilirim o soğuğu. Gerçi kışın da, bu sıcak yaz günlerini, sevimli bir nostalji ile anıyordum. Kısacası, yok tatmin olmuyoruz, ya geçtiğimiz mevsimi ya gelecek günleri özlüyoruz, ya akşama ne yiyeceğimizi düşünüyor ya da dün yediklerimizden pişmanlık duyuyoruz; aklımız ya olanda ya da olacaklarda... Yok hep böyle değil tabii. Ama dikkat gerektiriyor. Hani bazen filmin dublajinin senkronu kayar, daha adamın sahnesi gelmeden sesi gelir; zamanından önce, karımı ben öldürdüm diye itiraf edişini duyarız; ekranda iki adam vardır hâlâ ama dublaj iki kadının arasında geçen bir konuşmaya ilerlemiştir bile... İşte bizdeki senkronu kaydırmamak için de dikkat ve gayret gerekiyor. Bazen doğanın hızına uymak şart, bazen de etrafımızı içimizin hızına getirmek. Akşam sefalarının açış hızıyla şehir trafiğinin akışı arasında bir yerde ritmimiz... Ben, trafiğin aceleciliğine karşı durdukça mutluyum. Siz?
Sokağa ilk adım attığında, sanki bir kamyonun arkasına denk gelmişsin de, kamyonun egzosundan yayılan sıcağa maruz kalmış zannediyorsun kendini, o kadar yoğun ve ağır bir sıcak. Ama sonra anlıyorsun ki kamyon falan yok ortada, sadece DC'nin yoğun yapış sıcağı... Üstelik, baharın güzelliği, sabahın erken saatlerinde bile kalmamış.
Akşam üzeri işten eve dönerken, bisiklette, sıcaktan kan ter içinde, yanaklarımdan ateş çıkar ve sırtımdan ter boşanırken, kışın aynı yolda nasıl soğuktan donduğumu, ayak parmaklarımın nasıl uyuşmuş, ellerim ve yüzümün nasıl sızladığını hatırladım. Ve belki biraz özlemiş dahi olabilirim o soğuğu. Gerçi kışın da, bu sıcak yaz günlerini, sevimli bir nostalji ile anıyordum. Kısacası, yok tatmin olmuyoruz, ya geçtiğimiz mevsimi ya gelecek günleri özlüyoruz, ya akşama ne yiyeceğimizi düşünüyor ya da dün yediklerimizden pişmanlık duyuyoruz; aklımız ya olanda ya da olacaklarda... Yok hep böyle değil tabii. Ama dikkat gerektiriyor. Hani bazen filmin dublajinin senkronu kayar, daha adamın sahnesi gelmeden sesi gelir; zamanından önce, karımı ben öldürdüm diye itiraf edişini duyarız; ekranda iki adam vardır hâlâ ama dublaj iki kadının arasında geçen bir konuşmaya ilerlemiştir bile... İşte bizdeki senkronu kaydırmamak için de dikkat ve gayret gerekiyor. Bazen doğanın hızına uymak şart, bazen de etrafımızı içimizin hızına getirmek. Akşam sefalarının açış hızıyla şehir trafiğinin akışı arasında bir yerde ritmimiz... Ben, trafiğin aceleciliğine karşı durdukça mutluyum. Siz?
4 Ocak 2013 Cuma
Kaza - Aslinda Bu kez Geliyorum Dedi
Bomba gibiydim.
Enerjik..
Aktif, dinamik, heyecanlı...
Arabayı terkedip bisiklete terfi edeli iki yıl olmustu.. tamam tamam iki yil olmasına bir ay kalmıştı, ama yuvarlak hesap, iki yildir iki tekerdim işte... Üstelik, artık sadece haftada iki üç kere degil, hergün bisikletle gidiyordum işe.. Hadi gittim, dönüyordum da, otobüse binmeye gerek duymuyordum artık akşam dönüşlerde. Dedim ya, bomba gibiydim.. Eskiden oflayip pofladigim yokuşları daha bir kolay çıkıyordum. Hala yazın sıcağı ağır gelse de, soğuk vız geliyordu.. Mesela dün -3 derece olan hava sadece gülümsetmişti balaklavanin altından. Yorulmuyor, yılmıyordum; bilakis katettiğim her mesafe bana zindelik olarak geri dönüyordu. Mutluydum..
Hele bu sabah... Pırıl pırıl bir kış sabahıydı. En sevdiğim güneşli berrak havalardandi. Gördüğüm herşey şükrettiriyordu; çocugunu okula bıraktıktan sonra ardından bakan ana-babalar; sımsıkı giyinmiş, birbirlerine de sımsıkı tutunmuş yaşlı çiftler, hele de atkılarının arasından gülümseyerek selam verenler; iş tulumlarinda işçiler; işe koyulmadan önce yol üzerindeki mini-marketten alınan üzerinde henüz dumanı tüten kahveler.. Herşey, içimde çalan fransizca neşeli bir müzik eşliğinde yaşaniyordu... Hani Pleasentville diye bir film vardı, hani siyah beyaz başliyordu da film, zaman içinde karakterlerin geçirdiği değişime paralel olarak renkleniyordu.. İşte benim sabahım da gördüklerimle, gördüklerimin hissettirdikleriyle, içimde çalan müzikle, gitgide aynı o filmdeki gibi renkleniyordu.
Taaaaa ki ekran, önce acı bir fren sesi, ardından da ön dişlerimin kırılma çatırtısıyla kararana kadar...
Bu ânı kaç kere yaşadım zihnimde bugün.. Hem bu ânı, hem de bizi bu âna getiren son on-onbeş saniyeyi.. tekrar tekrar, bir daha, sonra bir daha, ve sonra defalarca başa sardım..oynattım, ileri, geri, baştan, yavaş.. oynattım durdum zihnimde... Ben mi hızlıydım, araba mı âni fırladı, yavaşlayabilir miydim, o durabilir miydi, niye daha önce frenlemedim, neden beni görmedi.. Kaç kere başa sardıysam filmi, hep aynı son: asfalta geçmiş suratım, çürümüş dizlerim ve ezilmiş el parmaklarım...aldığı darbeyle anında şişen çenem, hem de böyle bir tarafa doğru, yamrulu.. patlayan üst dudağim.. ama ya kirilan dişim! ahh kıyamam, ya o dişim... Galiba sûkünetimi, metanetimi delen bu oldu...hatırladıkça, filmin orasına geldikçe, hâlâ içimde bir yeri cızzz ettiren, o dişin kırılışı...
Neden peki? Haketmiş miydim şimdi yani bunu? Ne bileyim, çok mu sahiplenmiştim bisiklete ilgimi, çok mu öncelikti hayatımda? Ya da hırs mı olmuştu; yarış mı ediyordum hergün kendimle, bir saniye daha hızlı varmanin zaferini yaşayabilmek için? Ders miydi ya da bu bana? Ânı yaşamayi öğreneyim diye..Vaktin çocuğu olayım, acele etmeyeyim; bir saat sonraki toplantida neler konuşulacağını, ya da iki dakika sonra işyerinde alacağım sıcak duşu önceden düşünmeyeyim diye mi? Yoksa uyari miydi? Bildiğinden şaşma, için yavaşla dediğinde, onu dinlemeyi öğren.. Her bir başına gelenle ve başına gelenlere verdiğin tepkilerle, yaratilişinda içine üflenenler bak nelermiş gör, ve kendini tanı diye mi? Tanı da sev diye mi... Ama ahh neden daha yavaş değildim!..
Hâlâ başa sarıyorum filmi; değişik sonlar için.. Olmayan ön dişimin arasından fısslayarak kızıyorum hâlâ, sanırım en çok kendime.. başka kime?
Her ne kadar benim zihnimde, film, hep dişlerimin kırılmasıyla bitiyorsa da, düşününce, çok daha kötü bir son olabilirdi... Hani "alternatif son" yapıyorlar ya filmlere, benim alternatif sonlarım çok daha acı dolu olabilirdi.. Filmdeki esas kız, kendini kollarına bıraktığı esas oğlanin şefkat dolu dudaklarından, hayatının en tatlı öpücüğünü alamayabilirdi filmin sonunda.. kız, zırlarken dahi mağrur, esas oğlanin arabasına binip, elele yeni sabahlara yol alamayabilirdi..
Enerjik..
Aktif, dinamik, heyecanlı...
Arabayı terkedip bisiklete terfi edeli iki yıl olmustu.. tamam tamam iki yil olmasına bir ay kalmıştı, ama yuvarlak hesap, iki yildir iki tekerdim işte... Üstelik, artık sadece haftada iki üç kere degil, hergün bisikletle gidiyordum işe.. Hadi gittim, dönüyordum da, otobüse binmeye gerek duymuyordum artık akşam dönüşlerde. Dedim ya, bomba gibiydim.. Eskiden oflayip pofladigim yokuşları daha bir kolay çıkıyordum. Hala yazın sıcağı ağır gelse de, soğuk vız geliyordu.. Mesela dün -3 derece olan hava sadece gülümsetmişti balaklavanin altından. Yorulmuyor, yılmıyordum; bilakis katettiğim her mesafe bana zindelik olarak geri dönüyordu. Mutluydum..
Hele bu sabah... Pırıl pırıl bir kış sabahıydı. En sevdiğim güneşli berrak havalardandi. Gördüğüm herşey şükrettiriyordu; çocugunu okula bıraktıktan sonra ardından bakan ana-babalar; sımsıkı giyinmiş, birbirlerine de sımsıkı tutunmuş yaşlı çiftler, hele de atkılarının arasından gülümseyerek selam verenler; iş tulumlarinda işçiler; işe koyulmadan önce yol üzerindeki mini-marketten alınan üzerinde henüz dumanı tüten kahveler.. Herşey, içimde çalan fransizca neşeli bir müzik eşliğinde yaşaniyordu... Hani Pleasentville diye bir film vardı, hani siyah beyaz başliyordu da film, zaman içinde karakterlerin geçirdiği değişime paralel olarak renkleniyordu.. İşte benim sabahım da gördüklerimle, gördüklerimin hissettirdikleriyle, içimde çalan müzikle, gitgide aynı o filmdeki gibi renkleniyordu.
Taaaaa ki ekran, önce acı bir fren sesi, ardından da ön dişlerimin kırılma çatırtısıyla kararana kadar...
Bu ânı kaç kere yaşadım zihnimde bugün.. Hem bu ânı, hem de bizi bu âna getiren son on-onbeş saniyeyi.. tekrar tekrar, bir daha, sonra bir daha, ve sonra defalarca başa sardım..oynattım, ileri, geri, baştan, yavaş.. oynattım durdum zihnimde... Ben mi hızlıydım, araba mı âni fırladı, yavaşlayabilir miydim, o durabilir miydi, niye daha önce frenlemedim, neden beni görmedi.. Kaç kere başa sardıysam filmi, hep aynı son: asfalta geçmiş suratım, çürümüş dizlerim ve ezilmiş el parmaklarım...aldığı darbeyle anında şişen çenem, hem de böyle bir tarafa doğru, yamrulu.. patlayan üst dudağim.. ama ya kirilan dişim! ahh kıyamam, ya o dişim... Galiba sûkünetimi, metanetimi delen bu oldu...hatırladıkça, filmin orasına geldikçe, hâlâ içimde bir yeri cızzz ettiren, o dişin kırılışı...
Neden peki? Haketmiş miydim şimdi yani bunu? Ne bileyim, çok mu sahiplenmiştim bisiklete ilgimi, çok mu öncelikti hayatımda? Ya da hırs mı olmuştu; yarış mı ediyordum hergün kendimle, bir saniye daha hızlı varmanin zaferini yaşayabilmek için? Ders miydi ya da bu bana? Ânı yaşamayi öğreneyim diye..Vaktin çocuğu olayım, acele etmeyeyim; bir saat sonraki toplantida neler konuşulacağını, ya da iki dakika sonra işyerinde alacağım sıcak duşu önceden düşünmeyeyim diye mi? Yoksa uyari miydi? Bildiğinden şaşma, için yavaşla dediğinde, onu dinlemeyi öğren.. Her bir başına gelenle ve başına gelenlere verdiğin tepkilerle, yaratilişinda içine üflenenler bak nelermiş gör, ve kendini tanı diye mi? Tanı da sev diye mi... Ama ahh neden daha yavaş değildim!..
Hâlâ başa sarıyorum filmi; değişik sonlar için.. Olmayan ön dişimin arasından fısslayarak kızıyorum hâlâ, sanırım en çok kendime.. başka kime?
Her ne kadar benim zihnimde, film, hep dişlerimin kırılmasıyla bitiyorsa da, düşününce, çok daha kötü bir son olabilirdi... Hani "alternatif son" yapıyorlar ya filmlere, benim alternatif sonlarım çok daha acı dolu olabilirdi.. Filmdeki esas kız, kendini kollarına bıraktığı esas oğlanin şefkat dolu dudaklarından, hayatının en tatlı öpücüğünü alamayabilirdi filmin sonunda.. kız, zırlarken dahi mağrur, esas oğlanin arabasına binip, elele yeni sabahlara yol alamayabilirdi..
26 Ağustos 2012 Pazar
Siyah Yazıyordu Kutunun Üzerinde
Siyah, yaziyordu kutunun üzerinde. Düşündüm bir saniye, evet tamamdı işte siyahtı. Gerçi fotoğraftaki kızın tipi sanki başkaydi, ama.. amaaaan hadi hadi bir an önce alalımdı.. Alalım eve gidip banyoya kapanıp saçlarımı boyayalımdı.
Saçlarımda beyazlar var, bayaa bildiğin beyazlar. Saç rengimle oynamayı sevdiğim dönemlerde farketmiştim ilk, ve saçlarımı zaten renkten renge boyadığım için dert değildi. Son yıllarda ise koyu renklerde karar kıldım, Türkan Şoray gibi hani, gözlerimi ön plana çıkartan olabildiğine koyu renklerle kendimi buldum. Ve düzenli bir şekilde boyadim.
Bir sonbahar/kış İstanbul'daydim. Kız kardeşimle birbirimizi uzun süre görmemiştik. Bu yüzden belki de, her bir değişimimiz hemen dikkatimizi çekiyordu. Saçlarımın koyu halini o da beğenmişti. Hatta tek tük beliren beyazlarımı yoketmek ve yekpare bir ton elde etmek için, üşenmemiş iki kutu boyayla ve çokça itinayla saçlarımi boyamıştı. Evet artik her bir telim siyahti..
Buydu artık, rengimi bulmuştum. Değiştirmeye niyetim yoktu. Fakat heyhat, beyazlar belirdiği için ve beyazlar siyah saçta daha bir parladıkları için, kendimi artık düzenli bir şekilde saçlarımı boyar buldum. Taaa ki bu yaza kadar...
Hergün havuza giriyordum, güneş ve klor açıyordu saçlarımın rengini. Havuzun duşunda yıkayıp öyle çıkıyordum eve. Islak saça boya olmuyordu. Falan filan.. Yaz geçip gidiyor, saçlarımın rengi açılıyor, beyazlıyordu. Ben bakalım nasıl olacak, belki yakışır beyaz bırakırım bahanesiyle boyadan kaytarıyordum. Fakat bugün çok gözüme battılar. Ailede var sabırsızlık, birşey yapılacaksa şimdiden daha iyi zaman yok. Hemen boya almaya gidildi. Ne renkti? Uzun zaman olunca bocaladım ama siyahtı. Evet evet siyahtı işte canım..
Saçlarımın yarısını boyamışken farkettim ki, siyah değil, doğal siyah olacaktı! Amanın! Yanlış almıştım. Aha işte, kafamdaki boya kağıtta mavi renk bırakıyordu, benim boya böyle yapmıyordu halbuki.. Acele etmiştim, takmıştım.. Yanlış renk boya almıştım. Aldığımla kalsam iyi, bir de saçlarımın yarısını boyamıştım. Her fuzuli işle iştigal ettiğimde olduğu gibi aklım başıma getirilmişti... Saçlarımın diğer yarısını da eteklerim tutuşarak boyadım, aklımda bu filmin trajikomik alternatif bitişleri... Sonra, bir an bile beklemeden suyun altına girdim, bilmem kaç kere sampuanlayarak, akan su mavi-siyahtan tekrar berrak bir hal alana kadar yıkadım.
Var ya, çok güzel oldu :)
Saçlarımda beyazlar var, bayaa bildiğin beyazlar. Saç rengimle oynamayı sevdiğim dönemlerde farketmiştim ilk, ve saçlarımı zaten renkten renge boyadığım için dert değildi. Son yıllarda ise koyu renklerde karar kıldım, Türkan Şoray gibi hani, gözlerimi ön plana çıkartan olabildiğine koyu renklerle kendimi buldum. Ve düzenli bir şekilde boyadim.
Bir sonbahar/kış İstanbul'daydim. Kız kardeşimle birbirimizi uzun süre görmemiştik. Bu yüzden belki de, her bir değişimimiz hemen dikkatimizi çekiyordu. Saçlarımın koyu halini o da beğenmişti. Hatta tek tük beliren beyazlarımı yoketmek ve yekpare bir ton elde etmek için, üşenmemiş iki kutu boyayla ve çokça itinayla saçlarımi boyamıştı. Evet artik her bir telim siyahti..
Buydu artık, rengimi bulmuştum. Değiştirmeye niyetim yoktu. Fakat heyhat, beyazlar belirdiği için ve beyazlar siyah saçta daha bir parladıkları için, kendimi artık düzenli bir şekilde saçlarımı boyar buldum. Taaa ki bu yaza kadar...
Hergün havuza giriyordum, güneş ve klor açıyordu saçlarımın rengini. Havuzun duşunda yıkayıp öyle çıkıyordum eve. Islak saça boya olmuyordu. Falan filan.. Yaz geçip gidiyor, saçlarımın rengi açılıyor, beyazlıyordu. Ben bakalım nasıl olacak, belki yakışır beyaz bırakırım bahanesiyle boyadan kaytarıyordum. Fakat bugün çok gözüme battılar. Ailede var sabırsızlık, birşey yapılacaksa şimdiden daha iyi zaman yok. Hemen boya almaya gidildi. Ne renkti? Uzun zaman olunca bocaladım ama siyahtı. Evet evet siyahtı işte canım..
Saçlarımın yarısını boyamışken farkettim ki, siyah değil, doğal siyah olacaktı! Amanın! Yanlış almıştım. Aha işte, kafamdaki boya kağıtta mavi renk bırakıyordu, benim boya böyle yapmıyordu halbuki.. Acele etmiştim, takmıştım.. Yanlış renk boya almıştım. Aldığımla kalsam iyi, bir de saçlarımın yarısını boyamıştım. Her fuzuli işle iştigal ettiğimde olduğu gibi aklım başıma getirilmişti... Saçlarımın diğer yarısını da eteklerim tutuşarak boyadım, aklımda bu filmin trajikomik alternatif bitişleri... Sonra, bir an bile beklemeden suyun altına girdim, bilmem kaç kere sampuanlayarak, akan su mavi-siyahtan tekrar berrak bir hal alana kadar yıkadım.
Var ya, çok güzel oldu :)
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Cocuklugumun Sesi Musfik Kenter
Küçüktüm, küçücüktüm... diye başlayan o şiir kulaklarımda O'nun sesinden... ağzına sağlık demek küfür gibi olacak artık bu vakitte, o yüzden nur icinde yat.
Niye bu kadar etkilendim?.. belki hatırlattıklarından o sesin, ya da belki arkasında bir abla bıraktığı için...
Niye bu kadar etkilendim?.. belki hatırlattıklarından o sesin, ya da belki arkasında bir abla bıraktığı için...
Anin Sarkisi
what a journey so hard to describe
your harbour so small, the ocean so widespin the wheel, spin the wheel, go wherever she spins
surrender to this wave that's rolling in
homing fingers starting to dig
raising expectations lifting the lid
there's a show going down, going deeper within
I long to lose myself inside your skin
what a feeling under the stars
my body's rotating from Venus through Mars
there's a war going on between my head and my heart
I wonder how they grew so far apart
I'm so shaken, about to explode
the myth of kissing princes is they turn into toads
there's a war going on between the sun and the moon
before they come to terms we'll be consumed
oh my God, please take me now
I'm ready for ascension if I only knew how
give me wings, give me wings, now I'm stuck on the ground
receive this blood and bones, I'm homeward bound
see the statue growing wings
the singer was a virgin until he conceived
God is love, God is love and her lover I'll be
I long to leave the world in ecstacy
dance with me around this fire
the dance of bad angels who'd love to fly higher
God is love, God is love and her lover I'll be
I long to lead the world in ecstacy
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Dogruyu Yaparken De Iyi Olmak Gerekiyor
Dogru olmak yetmiyor.. Dogruyu secmekle baslayacaksin, sirat i mustakim olacaksin, bu sart. Ama yetmez, elinden gelenin en iyisini yapacaksin bir de.. Dogruyu yaparken de iyi olmak gerekiyor iste..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)